Herkesin kitaplarla bir başlangıcı bir sebebi vardır. Benimki ise çocukluktan itibaren bir sığınma, sahiplenme duygusuyla oldu.
Bu yazımda sizlere kendi hikayemden bahsetmek istiyorum. Çocukken hiç sevmezdim, hatta kitap okumak çok zor ve sıkıcı gelirdi. Hatta tamamen zaman kaybı gibi gelirdi. Kitap okumak yerine arkadaşlarımla oyun oynamak daha cazip gelirdi. Çocukluk aklı işte…
Lisede ki edebiyat hocam sayesinde kitapların farklı dünyasıyla tanışmıştım. İlk başlarda zorlansam da, yavaş yavaş ilerlese de başladığım kitabı bitirdim. Yavaş yavaş alışmaya, ısınmaya bir zaman sonrada sevmeye başlamıştım. İşte o zaman bende her okur gibi kitapların dünyasına sürüklendim.
Kitaplar bana kendimi tanıma fırsatı sundu. Kitaplar sayesinde insanları anlamaya başladım. Hiçbir şeyi olmayan insanların yaşamında kitaplar en iyi silahtı. “Ben kitaplarımı değil, kitaplarım beni ortaya çıkarmıştır” diyordu, Montaigne ve haklıydı da. Kitaplar benim karakterimi, düşünce biçimimi, yaşama biçimimi, davranış biçimimi, etkilemiş zamanla değiştirmişti.
Kitaplarla beraber yeni dünyayla farklı bir düzenle tanıştım. Merak eden, sorgulayan, araştıran, öğrendikçe okuyan ve tüm bunları farkında olmadan uygulayan biri olmuştum. Hamur misali okudukça şekilleniyor, güzelleşiyor, fark ediliyordum. Tabi tüm bunların yanı sıra üzüldüğüm bir konu vardı. Yazarlar, çıkardıkları eserler hakkında kimseyle konuşamıyor, iletişim kurma imkanını çok az buluyordu.
Kitap okuma oranın azlığından mı kaynaklanıyor bilinmez ama çoğu insan eserlerin sahibini değil eserin güzelliğinden özgüyle bahsederken, yazarlar ise karanlığa sürüklendi.
Aslında tüm bunlara sebep olan ana etken ise internet teknolojisi oldu. Google’da arattığın her yazar hakkında her şeyi öğrenebiliyorsun. O yazarın eserleri hakkında üç beş kelime okuyunca bilgi sahibi olduğunu sanıyorsun. Hatta kitapların çoğunun PDF’lerini indirip okuyunca gerçek bir kitapsever konumuna sürüklüyorsun. Aslında hiç bir şey öğrenmediğini, yanlış yöntemlerle sadece fikir sahibi oluyorsun.
Bu hazır bulunuşluluk ile okumayan bir nesil yetiştirerek, geriye giden bir toplumun temellerini inşa ediyoruz. Oysaki kitap ufkumuzu açarak her birimizin içinde ki yenilikçi yapımızı ortaya çıkartıyordu. Bu hazır bulunuşluluk ise fikirleri olmayan, hayalleri olmayan üretmeyen bir topluma temel atmıştı…
Peki, bizim ülkemizde ne kadar kitap okunuyordu?
Bir yıl içerisinde ne kadar kitap basılıyordu?
Ya da basılan kitapların ne kadarı satılıyordu?
Veyahut biz ne kadar yazarla haşır neşir olabilmiştik?
İşte tüm bu soruların cevabı bizlere ülkemizin, toplumumuzun gelişmişlik seviyesini gösteriyordu. Gelişmiş ülkelerde kitap okumak bir zorunluluk değil, günlük olarak hayatın bir parçasıymış gibi kabul edilmişti.
Parkta, kafede, restoranda, trende, metroda, otobüste ve hatta duraklarda her fırsatta okuma imkânımız vardı. Bu imkanlar ile düşünmeye, araştırmaya, merak edip yepyeni fikirler üretmeye, hayal kurmaya, yaşama biçimine hatta ve hatta sevme biçimimizi bile belirliyordu.
Bana göre kitap okuyan insan daha farklı, daha güzel, daha özel sever. Ben hiç kitap okuyanla, kitap okumayanın bir olduğunu görmedim.
“Kitaba ve okumaya değer vermeyen bir millet kalıcı olmaz.”
Yarın çok geç olmadan okumaya bir yerden başlamalıyız. İlk olarak ise benim çok sevdiğim ve güvendiğim bir yazar olan SABAHATTİN ALİ’nin bir kitabını okuyarak başlayabiliriz.
Bir kitap önerisi yaparak yazımı öyle sonlandırmak istiyorum. SABAHATTİN ALİ KUYUCAKLI YUSUF.
Keyifli okumalar, değerli okurlarım. Bir sonraki yazımsa görüşmek üzere hoşçakalın.
ZEYNEP KARABAYIR
kitap okumayan okuyanı anlamaz