(Bu incelemede spoiler bulunmaktadır.)
Kültürümüzün mihenk taşı, aşığın ozanın üçüncü eli, bozkır evlerinin duvarında biricik süsüdür saz. Üzerine hikâyeler yazılır, nağmesinden dökülen aşka destanlar yazdırır. Eline alanı, kulağına sesi çalınanı kalbinden vurur. Özellikle İç ve Doğu Anadolu için bir hayli önem arz eden, alevi semah ve deyişlerinin olmazsa olmazıdır saz. Türk kadar gerçek, Türk kadar eskidir. Dünya prömiyerini İstanbul Film Festivalinde yapan film yayınlandığı dönemde Türk basınında geniş bir yer bulan bir filmden bahsedeceğim sizlere.
2019 yılı Alman yapımı olan filmimiz belgesel gezi türünde. Başkahramanımız Petra Nachtmanova, Almanya’da Türk arkadaşları vesilesi ile tanıştığı saza tabiri caizse âşık olur ve ondaki manayı bulmak, onu anlamak için oldukça uzun bir yolculuğa çıkmaya karar verir. Berlin’de başlayıp Horasan’a kadar sürecek bu maceraya ses mühendisi arkadaşını alır ve yollara düşer. Üç aylık bu uzun macerada; tam yedi ülke gezip 10.000 km yol yaparlar. Bu yolculukta karşılaştığı kendi gibi saz âşıklarından tek bir şey ister: “Bana eve götürebileceğim bir şarkı öğretir misin?” Hadi gelin, bu güzel işi biraz daha yakından inceleyelim.
Belgeseli izledikçe, yapılan yolculuğun alelade bir yolculuk olmadığını, altında sağlam bir çalışma yattığını fonda okunan metinlerden ve çekimlerde değinilen ayrıntılardan anlayabiliyorsunuz. Nitekim belgeselle ilgili verilen demeçlere daha sonra baktığımda sekiz yıllık bir emeğin ürünü olduğunu öğrendim. Öyle ki kahramanımız uğrayacağı ülkelerin dillerini bile öğreniyor. Belgesel ile ilgili takıldığım birkaç nokta var sadece. Zaman ve mekân kavramından oldukça uzak kalıyoruz. Çekimler sırasında çevre koşullarından mevsim değişikliğine şahit olabiliyoruz ama hangi ayda olduğumuzu ve bulunduğumuz ülkede ne kadar zaman geçirdiğimizi bilemiyoruz. Şehirleri tanıyanlar için ülkenin hangi şehrinde olduğu anlaşılabiliyor ama bunu sürekli kestirmek zor. Çünkü bir sahne sonra bambaşka bir köyde, küçük bir ilçede olabiliyoruz. Alt yazılarla bunun belirtilmesi daha iyi olabilirdi. Yine aynı durum karşılaştığımız sanatçılar için de geçerli. Bu belgesel için detaylı bir internet sitesi kurulmuş, tüm sanatçıların isimleri orada zikredilmiş ama belgeseli seyrederken bu büyük bir muamma.
Film, Horasan dağlarına bir tepeden bakan Petra’nın günlüğüne yazdıklarıyla başlayıp yine aynı yerde bitiyor. Leh bir annenin, Çek bir babanın kızı olan Petra Almanya’da doğmuş büyümüş. Belgeseli izlediğim süre boyunca bir yabancıya göre oldukça düzgün olan Türkçesi, Türkiye’ye duyduğu sevginin halinden, tavrından belli olması ile ben Türk bir ailenin kızı olduğunu düşünmüştüm. Türklerle tek bağının Almanya’daki Türk arkadaşları olduğunu öğrenince bir hayli şaşırdım. “Sadece bir enstrümanın izini sürdüğümü sanıyordum. Ama daha fazlasını buldum” diyor Petra. Lehçe, Almanca, Fransızca, İngilizce, İtalyanca, Rusça ve Türkçe konuşan; Alevi deyişlerinden, Âşık Veysel bestelerinden Azeri türkülerine dek birçok müziği icra eden Petra Nachtmanova bu kadar maharetinin yanı sıra oldukça mütevazı ve kibar.
İlk olarak Bosna Hersek’te bir saz ekibi karşılıyor Petra’yı. Saz ekibine Bosna Hersek’in yöresel kıyafeti ile eşlik edip, güzel bir gösteri sunuyorlar. Arnavutluk’a geçtiğimiz zaman ise bu işte ciddi bir hazırlık olduğunu ilk o zaman anlayabiliyoruz. Petra’nın ülkelerin tarihî geçmişlerine de hâkim olduğunu, Arnavutluk için “Sonraki durak İşkodra, Arnavutluk’un kuzeyinde, dağlarda Osmanlı’ya karşı isyanın mekânı” diye kurduğu cümleden anlayabiliyoruz. Bulgaristan’daki durağımız ise bir Türk köyü oluyor. Burada çok eski bir saz karşılıyor bizi. Petra burada karşılaştığı insanları çok sıcak ve samimi bulduğunu dile getiriyor ve ekliyor: “Onlara hayranlık duyuyorum. Kültürel değerlerini hâlâ yaşatıyorlar.”
Türkiye bu belgeselin en geniş yer verildiği ülke oluyor. Ülkemizin saz ile sahip olduğu değerlerini göz önünde bulundurursak eğer, bunu hak etmediğini söyleyemeyiz. Âşık Veysel, Neşet Ertaş, Erkan Oğur, Erdal Erzincan ve çok daha fazlası… Nitekim bu isimler tek tek belgeselde yer alıyorlar. Belgeselin daha ilk dakikasında Neşet Ertaş’ın “Kalpten kalbe bir yol vardır, göz ile görünmez sırdır.” dizesi ile karşılaşıyoruz. Türkiye’deki ilk durak tabii ki İstanbul. Petra bu şehir için, “Burası saz kültürünün kalbine açılan pencere” diyor. Burada Unkapanı’ndan, 70’ler Türkiyesi’nden, sazın Türkiye’de çok kudretli oluşundan, halkın derdini söylediğinden, köyden şehre göçenlerin sığındığı bir liman olduğundan bahsediliyor. Bu sırada gözümüze sık sık Türk Bayrağı ve Atatürk posterleri güzel açılarla çarpıyor. Tunceli’de bir saz yapım atölyesine geldiğimizde ise atölye sahibinin kurduğu cümle sazdaki mananın bir katını çözüyor belki de. Atölyedeki usta: “Atalarımız derdi ki eğer saz yapacaksanız, ormandaki yalnız ağacı bulmalısınız. Onun sesi daha yanık olur.” Biz bu sözleri düşünürken usta bize detaylıca saz yapımından bahsediyor. Gözümüzün aradığı isim Erkan Oğur kulaklarımızın pasını bir silerken Petra’nın heyecanına ve dünyanın en ünlü kopuz ustalarından biri dediği usta sanatçı ile saz çalmasının mutluluğuna da şahit oluyoruz. Sıradaki durağımız elbette ki üstat Âşık Veysel’in kabri oluyor. Petra, sazı Âşık Veysel’in nağmeleri ile öğrenmiş ve öyle benimsemiş ki Âşık Veysel’imiz diye bahsediyor üstattan. Bozkırın bizim için ve saz için önemini bilen Petra, “Bozkırın Anadolu müziğinde çok önemli bir yeri var” diyor.
Saz izinde gelip Erzurum’un meşhur âşıklar kahvesine çatıyoruz. Burada âşıklık geleneğini teferruatlı biçimde Petra’dan dinliyoruz. Âşık atışmalarından, kimlerin bunu yapabileceğinden bahsederken Petra’nın aradığı sırlardan birinin Âşık Mevlüt Mertoğlu’nda olduğunu anlıyoruz. Mertoğlu, Petra’ya; “Âşıklar yaratıcının bülbülleridir. Sen de bülbül olmak ister misin?” diyor. Erzurum’un geniş bozkırında Petra’nın at üstünde saz çaldığı sahneler ise tek kelime ile muhteşemdi. Bu güzel görüntüler ile belgeselin Türkiye ayağı da son buluyor. Sırada Gürcistan var. Burada bizi Âşık Nargile Mehtiyeva karşılıyor. Onunla birlikte yerel bir düğünde yolumuz yine saz ile kesişiyor.
Azerbaycan’a geldikten sonra yavaş yavaş hikâyenin sonuna yaklaşıyoruz. Âşık Mübariz Əliyev ile Petra’nın Azerbaycan dağlarındaki sazlarını konuşturdukları sahne gerçekten izlemeye doyamadığımız anlardan biriydi. Mübariz’in götürdüğü âşık mektebinde küçücük ellerin sazı öğrenip gönüllerine aldıkları anlara tanıklık ediyoruz. İran kapalı kültürü ile bizi karşılıyor. Farklı bir coğrafyaya, farklı bir kültüre geçişin en belirgin hatları bu yedi ülkenin içinde, tam da burada en belirgin olanı. İran’daki sınırlılığa rağmen sazın onlara yansımasını küçücük bir saz atölyesinde görme imkânı buluyoruz. Mohammad Yousefi’nin yaşına, yaşının verdiği zorluklara rağmen çalıp söyleyebiliyor olması bir müzik aleti için bu kadar yol gelinebileceğini kanıtlıyor adeta.
Müziğin evrensel değerlerle birleştirici olduğunu, aynı duyguları taşımak için ortak bir ırka veya dile ihtiyaç duyulmadığını, asıl mananın güzel olanı bulmak olduğunu güler yüzü, samimiyeti, belki de sazın ona bahşettiği tevazuu ile Petra, bize güzel değerleri tek tek hatırlatıyor. Son durağı olan Horasan’da hikâyenin bitmediğini, aslında daha da geriye, Asya’nın kalbine gitmek gerektiğini vurguluyor. Daha çok varmanın değil, yolda olmanın önemli olduğunu anlıyor. İnanmak ne güçlü duygu, ne kudretli bir his, değil mi sevgili okur? Petra’yı böyle uzun bir yolculuğa çıkaran, bir inancın izi değil midir? Petra belki de böylesi bir inanca sahip olduğu için sazın tellerine bu kadar güzel vurabiliyordur. İnandığı değerler vesilesi ile hiç bilmediği diyarlarda aidiyet hissedebiliyordur. Petra sayesinde bir kez daha anlıyoruz, uğruna yaşadığımız değerler için yolda olmayı. İyi seyirler, sevgili okur…
YORUMLAR (İLK YORUMU SİZ YAZIN)